Yüzyılın ve insanlığın zifiri karanlığı: Toplama kampları

Auschwitz Toplama Kampı, 1945. Fotoğraf: Sovfoto, Universal Images Group, Getty Images.

Nasıl yaşıyoruz, nasıl nefes alıyoruz, hayatı nasıl sürdürebiliyoruz? Unutuyor muyuz? Yoksa hatırlamaktan mı kaçıyor, bilincimizin dehlizlerine mi ittiriyoruz? Ya çıkarsa, ya hortlarsa, ya —bir anlamda yahut her anlamda—yeniden yaşanırsa? İşte bakın, burada… Şimdi ve hep aramızda, hep yamacımızda. Farklı farklı formlarda. Bizi kandırmaya mı çalışıyor bu uyanık yoksa? Faşizm değil mi bunlar da?

Milliyetçiliğin biçimleri, göçmen/mülteci/yabancı düşmanlığı; nedensiz ve gaddarca şiddet gösterileri, envai türlü nefret söylemi; otoriter-baskıcı yönetimlerin muhalefeti ve toplumsal hareketleri ezme ve bastırma biçimleri; aile içi, kadına karşı, çocuğa karşı, LGBTİ+’ya karşı, “öbür dine/inanca/mezhebe karşı”, “farklı her türden kimliğe” karşı, “bizden olmayana” karşı… Farklı tonlarda şiddete başvurma biçimleri; Z kuşağı gençliğinin “alt-right”, otoriter ve ötekileştirici söylemlere yatkınlığı… Bunlar da —henüz ırkçılığa ve toplu kırıma başvuracak denli güçlenmiş ve köklenmiş olmasalar da— faşizm değil mi yani?

Hepsine aynı ismi vermek kolaycılık mı peki? Yoksa tam tersi mi? Yani ona başka isimler vermek, gerçeğe gözlerini kapatmak, kaçmak, kaçınmak anlamına mı geliyor? Girmeyelim meselenin ve teorinin derinliklerine şimdi, sorularla dolanmaya devam edelim etrafında: Var mıdır bu milliyetçiliğin bir freni? Bir eğik düzlem düşünelim, bu düzlemde başta sol görünümlü bir ulusalcılıktan yola çıkıp ılımlı bir milliyetçiliğe uğrayıp nihayetinde ırkçı faşizme doğru bir kayış engellenebilir mi? Nerede başlıyor biri, nerede bitiyor diğeri? Eğik düzlemde kaymaya başlandığında, orta yere, “sınıfın, birlikte mücadelenin, kardeşliğin” çıpası atılabilirse daha fazla kaymadan sabit durabilir miyiz acaba? Her ne olursa olsun, bir uçtan başlayıp öbür uca doğru, dibe kadar kayıp gider miyiz yoksa?

Geçelim eğik ve teorik düzlemi, milliyetçiliğin tonlarına aldırmadan sonuçlarına dair daha açık bir soru soralım şimdi: Hadi faşizmi yaşatanları ve doğrudan destekleyenleri bir kenara ayıralım, faşizmi yaşayanlar, uygulamalarına bizzat katılmasalar da sessiz kalanlar nasıl sürdürebilmişler ki hayatlarını bu yükle? Adorno’nun temel sorularından biriyle “nasıl yazabilmişler hâlâ şiir?”, nasıl devam edebilmişler sanata ve hayata?  Ya da bizim özelimizde; faşizmin farklı biçimlerine neredeyse günlük tanıklıklarımızdan, farklı yıkımlardan, son depremden, yeraltının yaptığı yetmiyormuş gibi depremi gerçek bir katliama çeviren iktidarın yaptıklarından sonra nasıl başka şeyler yazıyoruz hâlâ?

“Hayat devam ediyor…” Çok tuhaf, kaçamak, kolay verilebilen bir yanıt değil mi? Hesap soramadan; belki de suskunluğumuz ya da çabuk unutmamız, unutmak istememiz nedeniyle hesap veremeden; pek sorumluluk duymadan, “gerçek sorumluları” yargılayamadan… Nasıl yeneceğiz bugünkü, aramızdaki güncel faşizmi?

Soluklanalım, düne, bugüne, hepsine birden “faşizm” demek kestirmecilik olabilir sahiden. Öyleyse, “tarihsel faşizme”, onu anlatan kitaplara, filmlere kısaca bir bakalım. Böylece bugünkü “faşizan oluşumların”, yeni bir “tarihsel faşizm” yaratabilme ihtimaline karşı akılla, bilinçle, bilgiyle, duyguyla donanalım.

Periyodik Tablo

Primo Levi’yle başlayalım, onun doğrudan toplama kamplarını anlatan iki temel eseri Bunlar da mı İnsan? ve Ateşkes yerine, daha dolaylı anlatımlara sahip Periyodik Tablo [i] ve Boğulanlar Kurtulanlar’dan[ii] yola çıkalım (bağlamına göre başka kitaplardan ve filmlerden notlar da katalım).

Periyodik Tablo’nun söyleşi niteliğindeki önsözünde, 20. yüzyılın bir başka üretken yazarı Philip Roth, “Robinson Crusoe’nun bu kez ıssız adaya değil de cehenneme, Nazi kampına düştüğünü” tespit ettikten sonra düşüncelerin hayatta kalmaya nasıl yardım ettiğini sorgulayarak “düzenin/işleyişin ilkesini arayan, deneylerini kontrol altında tutan türden bir insan, kesinliklerin insanı” olmanın buna yardımcı olduğunu belirtiyor ve soruyor: Peki nedir bu düzenin ilkesi, yasası?

Uzun yıllar boyunca bir boya fabrikasında kimyagerlik yapmış biri olarak, “Fabrikada ‘haftalık rapor’ kaleme alır gibi roman/anı yazmak, benim tarzım budur” diyor Primo Levi. “Kesin, özlü, herkes tarafından anlaşılabilir bir dille yazılmış.”

Hayatta kalma stratejisi mi? Toplama kampında öyle bir nasırlaşma [“callousness” —vurdumduymazlık, hissizleşme, duyarsızlaşma] yaşıyor ki hayata kalmasını —aynı zamanda çevresinde olan biteni kayda geçirebilmesini de— buna borçlu olduğunu söylüyor. Çevresinde aylar boyunca ölüm uçuşurken ya da en sonunda Rus askerlerinin gelişine dair çılgınca bir sevinç yaşanırken dayanabilmesini, delirmemesini de buna borçlu.

“Ümitsizlik ve ümidin bu derecede yer değiştirebildiği bir ortamda normal bir insan bir saat içinde yıkıma uğrardı.” Önemli olan dayanmak… Dayanabilmek için her yola başvurmak: “Yemek, yiyecek bir şeyler bulmak birincil itkimizdi. Yemek çaldım. Vahşetin Çağrı’sındaki ulu Buck gibi çaldım.”

Ulu Buck aşkına, bu çalma ya da hayatta kalma güdüsüyle başkalarının üzerine basmak zorunda kalma gerçeği, bir başka yapıt ve anı/anlatı —yazarı yine toplama kamplarından geçmiş— Eylemciler’de[iii] de hayli öne çıkan bir mesele. Yaşamak mı istiyorsunuz? Çalmak zorundasınız, bu kadar basit. Bu gerçeği durumunuza, konumunuza veya olanaklarınıza göre dilediğinizce hesaplayabilirsiniz: “Bir çakmaktaşının fiyatı, bir ekmek tayını, yani bir yaşam günü ediyor, en az kırk çubuk çaldım, her birinden üç bitmiş taş çıkarılıyordu. Toplamda 120 çakmaktaşı, benim ve Alberto için 2’şer aylık yaşam; ve iki ay sonra Ruslar gelip bizi kurtarabilirdi.”

Bilimsel hesaplarla, kesinliklere dayanarak, soğukkanlı kalarak, nasırlaşarak, çevrenizi kollayarak sürdürebileceğiniz bir yaşam bu. Peki, ya kitaba adını veren elementler ne işe yarıyor, hangi noktada devreye giriyor? İyi bir kimyacının hayatının her zaman merkezinde tabii ki. Ama bununla sınırlı değil, hayatın ta kendisi:

Örneğin, hayatta saf olmayan şeylere de ihtiyaç var, çinko gibi, ama faşizm izin vermiyor, her şey “saf” (pure) olacak illa ki! Elementler, hayatının farklı dönemlerine anıştırmalarla, o dönemin özünü ya da görünümünü yakalamalarıyla devrede. Örneğin argon herhangi bir kimyasal reaksiyona girmiyor, yüzyıllar boyunca bilinemiyor bu yüzden, onla bağlantılı bir dönem ya da hatıra geliyor yazarın aklına hemen: “Bir anlık huzuru yazarak buldum ve yeniden bir insan haline geldiğimi hissettim. (…) Vasıflı iki başka tutsakla birlikte bir laboratuvarın içindeki ben, zengin Romalıların Yunanistan’dan ithal ettiği eğitimli kölelere benzemekteydim.”

Kitabın sonlarına doğru, toplama kampında çalıştırıldığı kimya laboratuvarındaki eski yöneticiyle yıllar sonraki karşılaşmasını anlatıyor Levi. Onu uzman olarak seçip laboratuvara ayıran bu zat, bir bakıma hayatta kalmayı borçlu olduğu, bir bakıma kölesi olduğu kişi. Gelgelelim eninde sonunda düşmanı. Sırf onun değil tüm tutsakların elbette. Geçmişe dair ayrıntıları hatırlamak istemiyor bu kişi, neden istesin ki, faşizmin (görece geri planda kalmış da olsa) uygulayıcılarından biriyseniz onunla gerçekten yüzleşmeniz, hesaplaşmanız mümkün olabilir mi? Bütün yanıtları belki‘de düğümleniyor onun da. Hayal meyal, belirsiz, flu, bir ihtimal, sanki, belki… Keskin çizgileri silmek, unutmak, geriye ittirmek, bastırmak, yaşanmamış gibi davranmak, bu gibi’yi hayatının gerçeği haline getirmek mesele… Bir kişide değil, bütün toplumda böyle.

Zaten “Kampın boşaltılması yürüyüşü sırasında, soğuk ve açlıktan ölen” (s. 182) Goldbaum’u da anlattıktan sonra, finalde, bütün topluma getiriyor sözü Levi: “O zamanlar sessiz Alman çoğunluğunun genel tekniği, mümkün olduğunca az şey bilmeye gayret etmek ve dolayısıyla soru sormamaktı.”

Halk arasındaki faşizmin ya da ünlü filme de adını veren “sıradan faşizmin” kökeni tam da burada değil mi? Geçmişimizde ve bugünümüzde en önemli meselelerimizden biri ya da otoriter ideolojinin gerçek gücü bu: Dışarıdakilerin suskunluğu. Bir başka deyişle, kampta hayatta kalmak için zorunlu olan nasırlaşma değil mesele, gerçek yaşamda konforunu korumak için zorunlu olan nasırlaşma. “Bakın, işte bunları siz yaptınız” dendiğinde, “Yok olamaz, biz bir şey yapmadık, hem bu kadarını bilmiyorduk” diye kaçmak, kaçamak yollar bulmak bu. Peki, bildiğiniz kadarının buralara gidebileceğini de mi bilmiyordunuz? Başını öne eğmek. Ses etmemek, merak etmemek, sormamak, gerekirse holokost inkarcısı olmak, yok canım o kadar da olmazcılığın yolunu yapmak… “Neler olmuş, haberimiz yoktu valla” diye diye almaza yatmak… Bütün hayat ve elementler bu acı gerçeği anlatıyor sanki.

Boğulanlar Kurtulanlar

Boğulanlar Kurtulanlar’a başından değil de sonundan dalacak olursak, oradaki mektuplarda da durum benzer. Evet, yazdığı kitaplar hakkında Alman okurlardan gelen mektuplara ve onların kendinde yarattığı etkiye yer veriyor finalde Levi. “Böyle olduğunu yahut bu kadar olduğunu bilmiyorduk,” diyor mektupların çoğu. Peki, ama bütün sanayi kuruluşları kampların köle emeğinden yararlanırken nasıl habersiz olabilir ki dışarıdaki insanlar olan bitenden? Auschwitz’den getirilip bedavaya dağıtılan çocuk ayakkabıları yok mu, kimse sormuyor mu bunların nereden geldiğini sahi?

Peki, ya gaz odalarından gelen küller? Bataklık alanların doldurulmasında, ahşap yapıların boşluklarında ısı yalıtıcısı olarak, fosfatlı gübrelerde vb. kullanılmıyor mu onlar da? Küllerden de yararlanırken sanayi, olan biteni kimse görmedi mi yani?

Peki, ya saçlar? Primo Levi, kitaplarında değil de yıllar sonra kampı ziyaret ederken kendisiyle yapılan röportajlara dayanan bir belgeselde anlatıyor. 7 ton saç varmış kampta, tahliyenin ardından bulunmuş, Bavyeralı bir tekstil şirketi satın alma anlaşması yapmış, kilosu bilmem kaç pfennig’ten. Ne oldu peki o şirkete, oradan çıkan tekstil ürünlerine? [Kampları anlatan belgesellerde en çok dikkat çeken şeylerden biri de oradaki bu türden yığınlar: Ayakkabı yığınları, giysi yığınları, oyuncak bebek yığınları ve en sonunda da saç yığınları ile kemik yığınları. Faşizm: İçeride ve dışarıda, farklı biçimlerde yığınlaştırılan insanlık sanki.]

Auschwitz’de gaz odalarının bulunduğunu ama sadece bitlerin öldürülmesi için kullanıldığını söyleyen biri var bu mektup yazarları arasında mesela. Hitler’in son yıllarındaki gerçeklikten kaçışıyla (kopuşuyla) paralel mi acaba bu akıl yürütmeler? Yoksa kendisini kandırmak için “avutucu gerçek” arayışı içine giren insanların zırvalamaları mı?

Peki ya toplumun içindekiler, her daim içeride durmaya devam edenler, kamp dönemindekiyle aynı çarkları döndürenler? Ölü yakma fırınlarını üreten firma 1975 sonuna dek faal değil mi mesela? Faal! Eh, 30 yıl boyunca nasıl bir hesaplaşma yaşıyorsunuz siz acaba? Terörün, şiddetin ve savaşın halkı getirdiği açlık ve yıkım nedeniyle gerçeğe bakışı da mı kırılıyor insanların? Hesaplaşma potansiyeli de eriyip gidiyor mu?

Dönelim mi “sıradan faşizme”, yani körleşmeye, gerçeklikten kaçmaya, onu geriye ittirmeye, mazeret üretmeye, nasırlaşmaya ve hissizleşmeye? Kendi içine kapanmış binlerce tekillikler ve bu tekillikler arasında çaresiz, gizli ve sürekli bir savaşım. Hayat! Dışarıdakilerin, kampın dışındakilerin, izleyenlerin, görmezden gelenlerin, sıradan insanların ya da sıradan faşizmin hayatı bu. “Bilmediği şeylerden de suçlu olduğunu” ilan eden bir kişi var Levi’nin seçtiği on mektup arasında. Gerisi hep “Bilmiyorduk” diyenlerden, inkarcılardan geliyor.

Sıradan halkın, sıradan halkın sıradan faşizminin “gerçek” suçlarından geliyor yani: Zihinsel tembellikten, küçük hesaplardan, günlük çıkarlardan… Aptallıktan, daha doğrusu aptallaştırılmaktan, yani din ve eğitim başta egemen ideolojinin işleyişinden ve aygıtlarını işletme kabiliyetinden… İsyan ile değil nisyan ile malul beşer hafızasından… Ulusal kibir ya da gururdan… “Ulusu ve birliği korumak için gerekiyorsa her şeyi yapabilirsin” anlayışından… Ulusçuluk, milliyetçilik, ırkçılık ve faşizm arası hızlı geçişlerden… Geçişkenlikten… Eğik bir düzlem olduğunu belirtmiştik, değil mi? Eğiklikten, yamukluktan…

Boğulanlar, Kurtulanlar’ın sonundaki mektupları bırakıp başına gidecek olursak, faşizmin somutluğu üzerine denemelerle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Yaşanmışlığın gücü ve güveniyle; “utanç, onur, iletişim, gereksiz şiddet, gri bölge” gibi kimi kavramlar etrafında ufuk açıcı denemeler bunlar. Auschwitz gerçeğinin ötesinde ya da ondan daha fazla dehşet saçan ne olabilir ki şu dünyada zaten? Yine Adorno’nun meşhur ifadesiyle, şiir yazılabilir mi hiç Auschwitz’ten sonra?

Şiir ya da düzyazı… Nasıl anlatılır ki bu dehşet? “Anlatsak bile bize inanmazlar” gerçeği var ortada. Geceleri umutsuzluk içindeki tutsakların rüyalarında beliriyor bu düşünce hep. [“Anlatsak bile kimse inanmaz”ın karşısında fotoğraflar sayesinde, fotoğrafların yansıtacağı gerçeklik sayesinde oluşturulabilecek bir tanıklık yahut belgelendirme çabasını anlatıyor bir başka yapıt, Mauthausen Fotoğrafçısı adlı film.]

Adı da buradan geliyor kitabın: Tümüyle bitip tükenmeden önce gözlemleme, hatırlama, olanları değerlendirme ve dile getirme yeteneklerini kaybediyor bazıları (yani boğulanlar); onlar adına bizler konuşuyoruz şimdi (yani kurtulanlar).

İnsanlık tarihinde işlenen en büyük suçu konuşuyoruz herhalde. Savaş tamam, karşılıklı silahlanıp karşılıklı mevzilenip karşılıklı çarpışıp birbirini öldürüyor askere alınan insanlar; milli çıkar, toprak, kaynak, iktidar, ganimet, kâr vb. peşinde karşı karşıya geliyor ordular, arada “zaruri” sivil kayıpları olsa da bir yere kadar anlaşılır ya da “adil” bir durum diyelim… Ama tümüyle masum/silahsız/korumasız insanları —ırkları/milliyetleri, siyasi görüşleri ya da savaşta esir düştükleri için— böylesi kamplarda tutsak alıp yakarak, işkence ederek, tıbbi deneyler için kesip biçerek, zevkine, en zalim ve gaddarca yollarla yok etmek, bir soyu tümüyle kırıma uğratmayı hedeflemek bambaşka bir şey değil mi? En uç noktayı yaşamış olanların gözlem güçleri, çektikleri acılar ile yaşananların kavranmasının olanaksızlığı karşısında felce uğruyor. Dediğimiz gibi, onlar anlat(a)mıyor bu yüzden.

Travmanın tetiklenmemesi için unutma biçimleri geliştirmek zorunda belki de insanlar. Dilin tutulması, aklın durması/donması… Arada, hiç beklenmedik bir anda —sözcüklerle olmasa da, örneğin çizimler, notalar, çığlıklar yahut gözyaşlarıyla— boşalması. Yeni bir yıkımdan kaçınma, gerilere ittirme çabası bir yanda, sonuna kadar hesaplaşma çabası ve üstüne üstüne gidebilme cesareti diğer yanda, çok zorlu bir denklem kalıyor geriye.

İlk darbeyi SS’lerden değil onlarla işbirliği yapmak durumunda kalan “gri bölgedeki” görevlilerden yiyor kampa yeni gelenler. (Levi’nin sözleriyle, “Bir yandan alışkanlığın öte yandan deneyimin insana bir korunak kurma olanağı sağladığı sonraki günlere oranla tutukluluğun ilk günlerinde çok fazla acı çekiyor insan”). Dehşet ve ölüm dolu, açlık ve daha önemlisi susuzluk dolu bir yolculuğun üstüne kampa gelişte yaşanan büyük şok, gruplara ayrılma, güçsüz ve hamile kadınların, çocuk ve yaşlıların vb. doğrudan gaz odasına, daha dayanıklı görünenlerin ise ölesiye çalışmaya seçilmesi, kampa ayrılanların yaşadıkları ilk şiddet deneyimleri, gaz odasına ayrılanların banyo yapmaya gittikleri yanılsaması… Toplama kamplarıyla ilgili çoğu filmde ve kitapta işlenen bir konu…

Bol ödüllü filmlerden Schindler’in Listesi’nde de, kampta görevli seçilenlerin çaresizliğini anlatan Saul’un Oğlu ya da Mauthausen Fotoğrafçısı’nda da aynı yolculuk üzerinde duruluyor. Tutsakları birbirinden yaptıkları işe göre ya da etnik kökenlerine, siyasi düşüncelerine vb. göre farklı işaretlerle ayırmak ve pis işleri içlerinden belli birilerine yaptırmak gerçeği üzerine kurulu bir anlatımı var bu eserlerin. Bu ayrımlar neticesinde işbirlikçiliğin farklı biçimleri çıkıyor ortaya: SS’lerin ya da rütbesiz Fritz’lerin, genelde adi suçlular arasından hemen altlarına seçtikleri koğuş sorumlusu Kapo’lar bir yanda; Yahudiler dahil her tür tutsak arasından kampın tesisleri için “işe yarayacağını” düşünüp seçilen berber, aşçı, fırıncı, ayakkabıcı, fotoğrafçı, kimyager, doktor vb. diğer hizmetleri sunanlar beri yanda; bir iki hafta ömür biçilip ölümüne çalıştırılanlar, madenlere, taş ocaklarına sürüklenenler diğer yanda ve belki de en fecisi, kampa gelişte ilk “karşılama”yı gerçekleştirenler ile gaz odalarında görevli olarak çalıştırılanlar en sonda. (Saul’un Oğlu bu sonuncu kesimi anlatmasıyla, kampta görevli olmanın, ölü bedenleri gaz odasından taşımanın ağırlığı ve bir hayat kurtarmanın, bir canı usulünce gömmenin olanakları üzerine kurulu olmasıyla farklı bir anlatım gücüne sahip bu arada.)

“İşbirlikçilik” zihnimizde kötü çağrışımlar yapsa da, tıpkı “nasırlaşma”da olduğu gibi kampın içindekiler düşünüldüğünde farklı bir anlamı da var. İşbirliği yapmayı reddedenlerin anında öldürülmesi gerçeğiyle birlikte ele alındığında, kolay ve kestirme bir yargıya varmak mümkün değil onlar hakkında.

Gaz odalarıyla ilgili işleri yaptırdıkları “Özel Takım” en korkuncu hiç kuşkusuz. Yeni takımın göreve başlarkenki ilk işi, öncekileri yok edip cesetlerini yakmak, yani ortada hiçbir tanık ve iz bırakmamak… SS’lerin tutsaklar arasında örneğin futbol oynadığı tek takım da bunlar arasından seçiliyor işte. Nasılsa yok olacaklar bir şekilde. Mantık basit; “Kendimize benzettik, en pis işimizi yaptırdık, yüz göz olabilir, futbol oynayabiliriz bu insanlıktan çıkardığımız ve yeni ekip gelince anında yok edeceğimiz yaratıklarla.” İnsanlıktan çıkarmak özellikle önemli burada.

Ölüme yürüyecek sıradaki takım olduklarını bilmiyor elbette bu insanlar. Bir kez teslim olduktan sonra işlerinin nerede biteceğini, geriye bir onur kırıntısı kalıp kalmayacağını, böyle yaşamanın hiç yaşamamaktan daha anlamlı olup olmadığını da… Bazen, bir eşiği geçtikten sonra, ölümüne de kendisi karar veremiyor insan, hayatını ve işini/işlevini sürdürmek zorunda kalıyor bir şekilde… bir gün bitmesini bekliyor sadece! Tutsaklar için çok daha “masum” işler ve dolayısıyla “işbirliği yapma biçimleri/nedenleri” de söz konusu elbette. Levi’nin ve Laffitte’in açıklıkla yazdığı gibi; fazladan yarım litre çorba ya da bir dilim ekmek için çoğu durumda, hayatta kalmak için yani.

Peki ya, açlık veya ölüm derdi yokken “Ne yapabiliriz ki, biz de emir eriyiz/kuluyuz” vb. mazeretler öne süren görevliler? İleri sürdükleri mazeretler ile neden oldukları acı ve ölümün niteliği arasındaki dengesizliği görmüyor olamazlar herhalde, öyle değil mi?

Soruşturma

Levi’ye geri dönmeyi biraz daha geciktirip eserler arasındaki geçişlere devam etmek pahasına, bu son hususun en ayrıntılı biçimde Peter Weiss’ın Soruşturma[iv]adlı oyununda işlendiğini söyleyebiliriz sanırım. Toplama kamplarında farklı düzeylerde görev almış kişilerin, 1963-65 Frankfurt mahkemelerinde yargılanmasına tanıklık kitabı olan Soruşturma’da, haklarındaki suçlamalar dile getirilirken sanıkların habire gülüşüp durması dışında (bugün de yasama meclislerinde haklarında soruşturma önergesi sunulan vekillerin sürekli gülüşüp durması geliyor akla), “Biz de emir kuluyduk, ne yapabilirdik ki?” mazeretini sürekli farklı biçimlerde sunmaları dikkat çekiyor.

Evet, hep aynı soru beliriyor sanıkların dudaklarında: “Herkes aynı şeyi yaptı, neden beni seçtiniz ki şimdi?” Ve bunun doğal bir uzantısı: “Ben de herkes kadar masumum işte. Verilen emri yerine getirmesem hayatım risk altına girmez miydi, savaşta verilen emri karşı taraftakiler de yerine getirmedi mi sanki, başka nasıl olacaktı ki?”

İlkokul eğitiminden itibaren iliklerine işlemiş şeyleri (“Bu Yahudilerin ve komünistlerin kökünü kazımak lazım” örneğin) belli bir emir komuta zinciri altında uygulamaya mecbur bırakılmadı mı bu insanlar sadece, başka ne yapacaklardı ki?

Kamplarda görevli rütbesiz askerler, savaşılan sıcak cephelere gitseler yaşamları tehlikeye gireceği için, oraya gideceklerine düşmanın silahsız olduğu kamplarda çalışmayı tercih etmediler mi? Yaşananlardan bunalsalar da cepheye gidip ölüm riski almaktansa, kampta —haliyle bazı “tatsızlıklar” yaşansa da— rahat rahat hayatta kalmak daha iyi, daha “katlanabilir” değil miydi? Hepsi de sadist yahut umursamaz değildi ya kardeşim bu insanların, cephenin uzağında askerî görevlerini yaptılar işte! Bir kenti bombalayacaklarına, “Çalışmak özgürleştirir” şiarının altında bir kampa sıkıştırılmış insanları çalıştırdılar, ha arada kimileri çok çalışmaktan ya da kötü koşullardan, sağlıkları el vermediğinden ölmüş, olabilir, savaş bu neticede!

Öldürme/yakma işini de zorla “görevli tutsaklara” yaptırıp “Hem ben kimseyi öldürmedim/yakmadım ki!” diye masum kalmak da, en azından olur da yargılanırsan kendini böyle savunmak da mümkün ayrıca. Hem nefretten ya da inançtan ya da başka bir nedenden değil, gelen emir üzerine öldürmek zorunda kalındığı için öldürmek suçtan sayılır mı?

Peki ya yapılan tıbbi deneyler, fenol (kalbe iğne) uygulamaları, rahime boya ve sıvı aktarımı, kesit alınan, koparılan çeşit çeşit organ, vahşetin diğer dorukları, onlar ne olacak? [Soruşturma parantezinin içinde bir parantez daha açacak olursak; Haçlılar’da[v] da yer veriliyor bu tür “deney”lere! ABD’li askerlerin cephede ilerlerken “kurtardıkları” bir kampta, Mengele misali deneylere girişen bir doktorun hikâyesi de anlatılıyor kitapta.] “Kapana kıstırılmışlığın” çaresizliği olacak!

Herkes kapanın içinde! Hastanede fenolle hasta öldüren de, kampta kara duvarın önünde tutsağı kurşuna dizen de, fırında yüz binlerce insanı gaza boğan da. [Peki, ya 1941 senesinde, 850 Sovyet esiri ve 220 hasta ile ilk gaz denemesini yapanlar da mı kapanda? Peki, gazı verince insanlar anında ölüverirken, savaşın sonlarına doğru elde gaz kalmayınca, iktisat olsun diye az gaz verenler, ölümün büyük acılar içerisinde 5 dakika sürmesine neden olanlar da mı kapanda?] Kapan, kapan, kapan… her yer kapan. Peki, ama savaşta kapana yakalanmak kadar “doğal” ne var ki? 1941’den itibaren kamp düzenine gaz odaları gelince, “Oh, pratik ve hızlı bir biçim bulundu da kan temizlemekten kurtulmadık” mı yani? “Bu düzenin kurbanıyız biz de. Bütün bunlar çoktan zaman aşımına uğramalıydı. Savaştaydık, benim oğlum da öldü” savunmasına ne demeli peki?

Evet, gerçekten yargılanmadılar, gerçekten adalet yok; bütün bunları bu düzen yaptıysa eğer, onların da söz konusu düzenin piyonları/maşaları/emir erleri olarak yırtması gerekmez mi, bu düzen devam ediyor çünkü.

Kamp komutanı düzeyindeki subaylar olmasa da bir alt derecedeki askerler, doktorlar, yargıçlar, memurlar ve diğerleri, sonrasında büyük şirketlerde yoluna devam etmedi mi sanki? Hepsi suçlu ya da suç ortağı değil mi yani bu insanların? Burada bir iki soruşturmayla suçüstü yapmaya çalışıyorsunuz ama bütün toplum böyle değil mi; suçu ve suçüstünü inkâr etmek, bütün insanların genel yaşam biçimleri/anlayışları değil mi?

Boğulanlar Kurtulanlar

Uzuuuun Soruşturma parantezini bu sorularla kapatıp Boğulanlar, Kurtulanlar’a geri dönelim şimdi.

İşbirlikçiliğin bir tezahürü olarak arada geçti “onur meselesi”. Levi’nin sözleriyle “Bir hiç yerine konmanın getirdiği bulantı asla kaybolmuyor. Onur kıvılcımını söndürüyorlar insanın” burada.

Onur ve utanç… Onca insan ölürken bir başkası yerine yaşadığı için mi utanç duyuyor acaba insan? Bu düzende, bu düzenin bu en rezil ve dehşetli halinde, utanmadan hayatını sürdürmek nasıl mümkün olabilir ki? En sonda kurtarıcı olarak ufukta gözüken Rus askerlerinin, Kızıl ordu neferlerinin gördükleri karşısında insanlıktan utanmalarını da unutmamalı tabii.

Kurtuluş mu? Kurtulduğu an rahatlama değil, aşağılama hissediyor insan Levi’ye göre. Kurtuluş anı dediğimiz şey aslında bir kaygı anı aynı zamanda.

Kitap boyunca, “onur”, “utanç” ve “gri bölge”yle birlikte en çok sorgulanan kavramlardan biri olan “gereksiz şiddet”in farklı biçimlerine ne dersiniz peki?

Kampa gelirken tıkıldıkları vagonlardaki tuvaletsiz, aç, susuz [“Açlık dermansız bırakır, susuzluk öfkeli kılar.”], nefes alınamayacak denli sıkışık, ölümcül yolculukla başlıyor gereksiz şiddet ya da “insan-altı varlıklar”a dönüşüm, sıklıkla ve çırılçıplak soyulmalarıyla devam ediyor.

Kamplara yeterince malzeme dağıtılmışken onların depolarda tutulup, örneğin aynı leğeni, yemek, tuvalet ve yıkanmak için kullanmak zorunda bırakılmalarında var bu “gereksizlik”. Çatal kaşık yine depolarda tutulduğundan, çorbaların köpek gibi içilmek zorunda kalmasında da. Subayların sonradan itiraf ettiği gibi, tasarruf için değil, aşağılamak için dağıtmıyorlar malzemeleri.

Tutsakları yoklama için yağmurda, karda, güneşte bütün gün bekletmek de yaygın bir yöntem, üstelik yeni ölenler de katılmak zorunda bu yoklamaya, henüz ölü olarak kayıtlara geçmiş değiller, katılmak zorundalar yerlerde sürüklene sürüklene. Özetle, “düşman ölmekle kalmamalı, eziyet çekerek ölmeli” bu alemde. Ölünce de tepinebilmeli cesedi üzerinde.

“Gereksiz şiddet” ile “iletişim(sizlik)” iç içe geçiyor bazen de. Kamptaki aşağılayıcı, farklı dili normal hayatta kullanınca yaşanan şaşkınlık buna bir örnek. Yemek yemeleri için “essen” değil de, hayvanlar için kullanılan “frassen” sözcüğünü öğreniyor tutsaklar, öyle sesleniyor çünkü askerler kendilerine yemek vaktinde. Tutsakları insanlıktan çıkarıp hayvanlaştırma çabasının da bir parçası bu. Kurtuluştan sonra dışarıda yemek yerken öğreniyorlar bunun aşağılayıcı, hayvanlara özgü (Türkçede herhalde “zıkkımlanmak” gibi) bir kullanım olduğunu. Almanca bilmedikleri, askerlerin bazı emirlerine dil bariyeri nedeniyle uyamadıkları için gördükleri şiddet de cabası.

Bu ortamda kimi savunma mekanizmaları geliştirerek tutunmaya çalışıyor tutsaklar hayata. Çalışma kampının köle emeğini öldüresiye kullanmak üzerine kurulu olması, dışarıda sanayiye bedava emek sunması ve “Çalışmak özgür kılar” gibi çalışmayı kutsallaştıran şiarı vb. bir yana, çalışmak, yani zihni/bedeni çalıştırmak, ölüm düşüncesinden uzaklaşmak, günü yaşamak gibi olanaklar sunması açısından bir savunma mekanizması tutsaklar arasında. Kimya fabrikasına seçilmiş olmasını bir “şans” olarak görüyor Levi bu açıdan.

Ve tabii “yaşam derdi” ölüme karşı en iyi savunma olarak çıkıyor karşımıza. Bir parça elma, yamanmış bir ayakkabı, bir süpürge yürütmek, revirdeki birine küflü de olsa bir dilim ekmek iletmek vb. vb. “günlük zaferler” olarak önemli.

Peki böyle “avuntular” bulacağına isyan edemez miydi bunca insan? Primo Levi’ye göre, “Yük hayvanlarından daha değersiz, aşağılanmış, bakımsız, kötü beslenmiş, bitkin, anayurtlarıyla bağlantısı kesilmiş, milyonlarca insandan isyan beklentisi temelsiz” bir şey. Sesini yükseltmeye, en ufak bir hakkını aramaya, kaçıp kurtulmaya davrananlar anında vuruluyor zaten.

Kuşkusuz örgütlü komünistler, özellikle de savaşın son yıllarına doğru, cephelerden Almanların gerileme haberlerinin geldiği dönemde giderek etkinliklerini, dayanışmalarını (birbirlerini kollamalarını), mücadelelerini artırabildikleri olanaklar yaratmaya başlıyor.

Laffitte’in Eylemciler’i bu “sınırlı ama çok değerli mücadelenin” kitabı. Kamp gerçeğini Fransız komünistlerinin gözünden devrimci bir bakışla yansıtmaya çalışan bu anı romanda, farklı uluslardan ve farklı suçlardan tutsakların olaylar karşısında farklı konumlanışları anlatılırken, Fransız Direniş Hareketi’nden Mauthausen kampına getirilen militanların iki yıllık mücadelesine odaklanılıyor. Onca dayanışma çabasına rağmen buraya getirilen 55 kişiden sadece 10’u hayatta kalıyor.

Bu, belki de iyi bir oran! Zira Primo Levi’nin, daha önce andığımız belgeselde anlattığı üzere, kendisini getiren 650 kişilik trenden 450 kişi daha hemen kampa girmeden gaz odalarında öldürülüyor.

Weiss’ın Soruşturma’sında verilen “genel istatistiğe” göre ise toplama kamplarına gönderilen toplam 9 milyon 600 bin kişiden 6 milyonu “ortadan kayboluyor”. Bu kayıpların sadece 3 milyonu, Primo Levi’nin tanıklığını yaptığı Auschwitz’den (genişlemiş haline sonradan verilen isimle Auschwitz-Birkenau’dan). Bu, Mengele’nin de görev yaptığı, tren yollarının kesişim noktası olduğu için özel olarak seçilen “en büyük ve belalı kampta”, 1944 yazında, günde 20 bin ceset yakılıyor!

Öle öle, azala azala, çok küçük bir kesim “kurtuluş günü”ne, “özgürleşme günü”ne, tahliyeye kadar dayanabiliyor sonunda. İskelete dönmüş insanların bu kurtuluş anı ise ilgili belgesel ve filmlerin bir diğer odağı.

Biz belgesellerden değil de kurgudan devam edecek olursak, Nobel ödüllü —ve kendisi de kampta kalmış— Macar yazar Imre Kertesz’in Fateless’de[vi] anlattığı haliyle; Buchenwald’da “kurtuluş günü”nün gecesinde mutfakta zengin bir gulaş çorbası pişiriliyor, aylardır açlık çeken çoğu tutsak gerçekten kurtulduklarını işte ancak o zaman anlıyor. Gerek Sovyet askerlerinin, gerek Amerikan askerlerinin kurtardıkları kamplarda büyük sevinç ve büyük trajediler bir arada yaşanıyor.

Nazilerin kampı terk etmeden hemen önce giriştiği delil yok etme amaçlı eylemleri, katliamları ve yakıp yıkmaları, son izlerin de derin olmasına yol açıyor. Kimi tutsakları ise Sovyet ve Amerikan askerleri gelmeden hemen önce, kendileri belli bir yönde tahliye edip yollarda ölüme terk ediyorlar. Olanları anlatmasınlar yeter ki!

Esaretten, işkenceden, giderek yaklaşan ölümden kurtulmanın, özgürce nefes almanın değeri kuşkusuz çok büyük, ama kimi tahliyelerin tam bir “kurtuluş” anlamına gelip gelmediği sorusu Haçlılar’da da irdelenen meselelerden biri. “İşini bilen” Nazi subaylarının aradan nasıl sıyrılabildiğini, Amerikalıların gelişini “yeni iş bağlantıları” için nasıl değerlendirebildiğini; faşizm ya da demokrasi fark etmez, önemli olanın birkaç yıl sonraki yatırım fırsatlarına yönelik anlaşmalar yapmak olduğunu anlatıyor Stefan Heym. Sermayenin “paylaşım” savaşının, kaynak ve ganimet bölüşümünün vb. büyük yoksunluklar/yoksulluklar ve kahramanlıklar arkasındaki gerçek güç olduğunu, kampların ve “kurtuluş”un da bunun bir parçası olduğunu…

Temel olarak “kurtarıcı Amerikalılar”ın Haçlı karakterine bir bakış atarken, gerçek acıları, deney yapan doktorların tuhaf acımasızlığını da unutmuyor. Ve kurtarıcı görünümünde şov yapan Amerikalı subaylar ile gerçek acıları derinden hisseden subaylar arasında bir ayrıma gidiyor. İlki parasının, bugünkü ve gelecekteki kârlarının, iş fırsatlarının ve gönül eğlendirmenin peşindeyken, ikincisi insanlığıyla sivriliyor. Romanın “mutlu son”lu evreninde ikincisi kısmi bir kazanım sağlarken, derinden derine asıl kazananların ilk grup olduğunu biliyoruz.

Mikhail Romm’un Sıradan Faşizm filmi ise bir yandan Nazilerin yükselişini, kitleselleşmesini, rutinlerini (kafatası ölçümleri, saf ırkı güçlendirmeye dönük evlilikler, askere gitmeden önce Hitler’e bir evlat hediye etme kampanyası, Kavgam’ın bin yıl dayanacak özel baskısının hazırlanması, kitlelerin “sallanarak” birliklerini ortaya koyması vb. vb.) ayrıntılı bir biçimde anlatırken, bu “sermayenin çıkarları” meselesine ve bunun savaşta-barışta sürekliliğine en çok dikkat çeken yapıtlardan. Krupp adlı çelik ve sanayi imparatorluğu özelinde, Nazizm öncesinde, Nazizm sırasında ve Nazizm sonrasında endüstrinin çarklarının nasıl hep döndüğünü, silah üretiminden ve savaştan gelen büyük kârları, iktidara kim gelirse gelsin ona açık/örtük nasıl destek verildiğini, kamptaki köle emeğinden nasıl yararlanıldığını vb. çıplak bir biçimde anlatıyor.

Kampa dönecek olursak, savaşın, yıkımın, çöküşün, bitimin, katliamın, sadizmin, yok oluşun, yok edişin vb. ortasında başka bir hayat da yaşanıyor. Kamptaki subayların, aileleriyle birlikte devam ettirdikleri “sivil hayat” bu. Lojmanları, tesisleri, dispanseri, kültürel yaşamı ve hatta “yüksek sanatları” ile… yaşam sürüyor!

Bakın şurada bir heykel var, bakın burada Alman klasiklerinden ünlü bir beste yorumlanıyor, bakın Goethe geçmiş buralardan, Beethoven dinleniyor şu evde… Imre Kertesz’in Kadersizlik’inde özellikle göze batıyor bu ayrıntı ve onun yarattığı çelişkili durum.

Sırasıyla Auschwitz, Buchenwald, Zaitz kamplarında bir yılını tamamlayan 14, 15 yaşlarındaki bir genç çocuğu anlatıyor Kertesz. Çocuk aklıyla bir yandan kampları karşılaştırır, “Hah burada krematoryuma gerek duymamışlar, durumu iyi bir çalışma kampı galiba” gibi sonuçlara varırken, farklı milletlerden insanları tanıyor ve her yeri genç ve meraklı gözleriyle tarıyor.

Buchenwald’da geçirdiği iki ayda, birkaç geyik ve sürüngenin yer aldığı bir hayvanat bahçesi çekiyor dikkatini. Sonra “top oynayacağız herhalde” diye düşündüğü güzel/bakımlı futbol sahası. Goethe’nin zamanında ağaç diktiği yerde bir hatıra levhasının varlığı ise cabası; çitlerle çevrilip korumaya alınmış hem de. Bakın, buradan Goethe geçmiş işte… birkaç metre ilerisinde ise ölüm ve işkence! Bu, “mutlak akıl”ın peşinde koşan Alman kültürünün kaçıncı “akıl yitimi” seviyesi acaba?

Aynı şekilde, Mathausen Fotoğrafçısı filminde, toplama kampı lojmanındaki evinde Beethoven’in yoğunluğunu hisseden bir Nazi subayıyla karşılaşıyoruz. Yüksek Alman kültürünün izinde Brueghel resimlerindeki estetiği fotoğraflarda yakalayabilme derdinde!

Hemen komşular birbirlerine, lakin bir uçta neler yaşanıyor, diğer uçta neler? Örneğin, Fritz olarak adlandırılan bir Alman askeri hastalandığında kampın subay alanındaki sağlık ocağında eksiksiz bir hizmet alırken, hemen yandaki tutsak revirinde hastanın ateşi 39 derecenin altındaysa Aspirin’i bir kez yalıyor, ateşi 39 derecenin üstünde ise iki kez (Soruşturma’daki tanıklıklardan).

Bu satırların yazarı da bir on yıl kadar önceki Prag gezisinde Terezin toplama kampı alanını ziyaret ettiğinde, acı yüklü kalıtlara/izlere bakarken, yirmi kişilik koğuşlarda yüz kişi nasıl kalındığını aklına sığdırmaya çalışırken, belgeler yok edildiği için kesin rakam bilinmese de 300 ila 1000 arasında infazın gerçekleştiği idam sehpasının önüne konmuş çiçeklere bakıp gözyaşlarını tutmaya çalışırken, en çok dikkatini çeken ve afallatıcı bulduğu şeylerden biri de, subayların evleri/lojmanlarının hemen infaz alanının yanında olmasıydı.

Bunca acının, yaşattıkları dehşetin/vahşetin üzerine nasıl yaşıyor, “uygar/kültürlü” falan takılabiliyor bu insanlar, insanın aklı almıyor. “Yok başka cehennem… yaşamışız, yaşıyoruz işte!” diye düşüncelere dalıyor.

Peki ya bugün, peki ya yarın?

Yukarıda iki kez andığımız belgeselde, “Ne dersiniz, tekrar yaşanır mı?” diye soruyorlar Primo Levi’ye. “Avrupa’da yaşanmaz artık,” diyor, “bağışıklık oluştu, en azından bir elli, yüz sene olmaz kanaatimce. Ama dünya Avrupa’dan çok büyük, yaşanabilir bir yerlerde, istiyorlar da üstelik, talep var ama yeterli araçları/imkânları yok.”

Geçmişte, kampta yaşadıkları zihnine doluşmaya devam ettiği için mi, onur ve utanç gibi kavramlarla hesaplaşmasında boşluğa düştüğü için mi, yoksa “faşizmin yeniden yaşanabileceği”ne dair söz konusu “araç ve imkânlar”ın başka başka ülkelerde oluşmaya başladığını fark ettiği için mi intihar etti Primo Levi 1987’de, bilmiyorum.

Faşizmle gerçek anlamla hesaplaş(a)madan, onu tümüyle yok etmeden/edemeden, özündeki sermaye parmağını ve kâr/işgal güdüsünü görüp ona göre hareket ve mücadele etmeden, yeniden (farklı formlarda) hortlamasına milliyetçilikle, göçmen/mülteci düşmanlığı ve diğer ayrımcılıklarla kapı aralayarak pek bir yere varamaz insanlık, onu biliyorum.

Kertesz’in Kadersizlik romanının finalinde faşizmin toplama kamplarında bir sene kalıp sağ dönen 15 yaşındaki çocuğa soruyor büyükler; “Nasıldı? Nasıl tahayyül edelim orayı, cehennem gibi mi?” Şöyle yanıtlıyor küçük kahramanımız: “Sıkılmanın hiçbir zaman mümkün olmadığı bir yer olarak tahayyül edebilirsiniz.” Evet, evlerinde, ofislerinde, günlük yaşamlarında bir şekilde sıkılmaya devam edebilen insanlar varken, kampta/zindanda/köle emeği sarfında vb. hiç sıkılamamaktır faşizm! Bu anlamda “evlerindeki, işlerindeki” insanların faşizm karşısındaki suskunluğunu, duyarsızlığını yahut “nasırlaşması”nı aşamadan da pek bir yere varamaz galiba insanlık, bunu da biliyorum.

Peki, nasıl aşılacak bu suskunluk/duyarsızlık? Nasıl açılacak egemen ideolojide delik/yarık? Büyük/örgütlü denemelerin de, küçük/bireysel girişimlerin de tıkanmıyor mu hep önü? Son yıllarda sosyal medyada olan bitene baktığımızda bazı Alman gençlerinin “eski defterler”i yeniden açıp kurcalama derdine, dedeleriyle “hesaplaşma” çabalarına da denk geldik örneğin. Tabii bildik bir yöntemle, “hashtag” açıp #BüyükdedembirNaziydi #DedembirSS’di vb. yazıp bir anlamda günah çıkararak. Bu türden bir yüzleşmenin denenmesi bile “olay” oldu. Geçmişin üzerine bir sünger çekmek, bunları yeniden ısıtmanın ne âlemi var demek, bugün her şey çok normalmiş gibi yaşayıp devam etmek varken… ne gerek vardı yani!

Geçmişle tam bir hesaplaşma yaşanmadan, işin içindeki sermaye parmağı ayıklanmadan, bugünkü faşizan eğilimleri, her türden ayrımcılığa dayalı gidişatı, eğik düzlemdeki biteviye kayışı, genel anlamda barbarlığa kayma eğilimini engelleyebilir miyiz sahi?

Rosa Luxemburg’un “Ya barbarlık ya sosyalizm!” sözünü biraz uzatarak ya da boyutlandırmayı deneyerek bitirelim mi? Ya toplumcu-ortaklaşmacı bir düzende, kâr güdüsünü değil insanı ve doğayı eksenine yerleştiren bilimsel-teknolojik dönüşümlerle gelişen, sınırların kalktığı bir dünyada özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve enternasyonalizm… Ya sömürünün ve efendilerin düzeninde, ayrıcalıkların sınırlarla ve diğer bariyerlerle korunduğu, ayrımcılıkların körüklendiği, ezilenlerin birbirine kırdırıldığı, kâr güdüsüne teslim olmuş bir dünyada, yeniden faşizme ve bu kez yok oluşa yavaş yavaş kayan bir gezegen ve insanlık!


[i] Primo Levi, The Periodic Table, Penguin Modern Classics, Çev. Raymond Rosenthal, 2000 (Türkçesi Periyodik TabloHayatta Kalma Öyküleri, Çev. Feza Özemre, Kırmızı Kedi, 2014.)
[ii] Primo Levi, Boğulanlar Kurtulanlar, çev. Kemal Atakay, Can, 2020.
[iii] Jean Laffitte, Eylemciler, çev. Okay Gönensin, Yordam Edebiyat, 2021.
[iv] Peter Weiss, Soruşturma, çev. Ülkü Tamer, Sinan Yayınları, 1974 .
[v] Stefan Heym, Haçlılar, çev. Gülden Kurt Gevinç, Ali Haluk İmeryüz, Yordam Edebiyat, 2021.
[vi] Imre Kertész, Fateless, Çev. Tim Wilkinson, Vintage, 2017 (Türkçesi, Kadersizlik, Çev. İlknur İgan, Can, 2018. (Çocuk kahramanın başına gelenlerden hareketle, sanki “Talihsizlik” adı daha çok uyarmış bu romana.)

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Sevebilmenin iflası

Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et